Dinamik Esnek Demokrasi

Dinamik Esnek Demokrasi, tasarlanma ivmelenmesini günümüz demokrasi modellerinin ideal demokrasi kavramına yakınlığı tartışmalarından almıştır. Ağırlıklı konusu seçimlerin nasıl yapılmasının gerektiği olmuş, dört veya beş yıl gibi uzun aralıklarla yapılan seçimlerin halkın egemenliği anlamında ciddi bir zafiyete sebep olduğu düşünülmüştür. Nihayet, eğer seçimlerin yenilenmesi bile halk kararı ile gerçekleşebiliyor olsaydı mevcut uygulamanın yanlışlığı üzerinde belki bu kadar ısrarcı olunmayabilirdi. Ama mevcut modelde seçilenler kendilerini seçenlere seçildikleri anda üstün olmakta ve her tür kararı (kendi içlerinde tartışsalar bile) halk kanaatinden bağımsız alabilmekte veya aralarında anlaşıp almayabilmektedirler de…

Bu tür bir uygulama doğru değildir. Böyle bir halk egemenliği tahayyül bile edilemez. Yönetim nasıl dinamik bir süreçse, halkın egemenlği de en az o kadar dinamik bir katılımla gerçekleşmelidir.

Hepsiburada-Satın Al

xObenizm -1- (Bir)

Bir

Zirveye mümkün olan en yakın yere kadar çıkıp park etti aracını. (Elbette ileride bu ‘araç’ meselesi sizi rahatsız edecektir. Fakat itiraf etmeliyim ki ben de bütün bunları sizi rahatlatmak için yazmadım. Ve işte bu yüzden, bu üslupla devam edeceğim.)
Ardında kalan dünyayı ona hatırlatacak her şeyi (tabiatıyla ardında) bırakıp yürümeye başladı. Hafif ve serin rüzgâr kolaylaştırıyordu çıkışını. En tepede, en yüksekte, yâni başka hiçbir şeyin daha yüksekte olmadığı bir yerde, hafif eğimli düzlüğün tam ortasında otların üstüne sırtüstü uzandı. Belki bu suretle artık bazı şeylerin daha yüksekte olmasına izin vermiş oluyordu ama, o kadar da olmasa istisnaların kaideleri bozmalarına kim engel olacaktı?
Gökyüzünü baştan başa dolduran parlak, titrek ışıklı noktacıklara dalıp gitti. Bir ‘ben’ olarak hatırladığı ilk şey de bu idi işte. Aralarındaki muazzam boşluklara rağmen aralarında boşluk kalmamacasına yoğun parlak ışıklı noktalar.
Çok geçmişte, çok uzakta büyük bahçeli tek kat kerpiç bir evin önündeydi şimdi. Elini tutan büyük, her şeyi bilen adam, ‘Bak oğlum’ dedi: ‘Bu bir uydudur. Bunları Amerikalılar veya Ruslar atıyor uzaya’. (Aslında o zamanlar uydu uydurulmamıştı. Peyk deniyordu ya,.. Uydu dedi sayın siz.) E,.. Nerede kalmıştık,.. Bir yıldız, gökyüzünü dolduran sayısız yıldızdan sadece biri, ilerliyordu gerçekten. Ve babası onun bir yıldız olmadığını söylüyordu. O bir makineydi. Onu insanlar yapmış ve oraya göndermişti. Hani, bakış o bakış, o günden beri, kendini bildi bileli, hep göğe bakardı.

Okumaya devam et

xDerin Sular 44 Kapı Dürbünü

Sürücülük ve otomobiller hakkında en küçük bir bilgisi olmayan birini bulup tıkalım bir arabaya. Kapıları kaynakla kapayalım, beslenme vb. zarûrî ihtiyaçları için asgarî ne gerekiyorsa temin edelim ama adamı da sürücü koltuğuna yapıştıralım, görüş mesafesinde bir yerlere muhakkak ulaşmak isteyeceği bir hedef yerleştirelim.

Sonra?

Hiç, sâdece bekleyelim.
Allah bize Eyüp sabrı versin, öylece bekleyelim.

Ben sizlere garanti ediyorum, araç yeterince iyi tasarlanmış ve dayanıklı ise eninde sonunda o kişi o aracı kullanacaktır. Belki önce birkaç defa öksürtür, ilk denemelerden sonra bir müddet vazgeçer ama eninde sonunda yapar bu işi. Bu kısmı fazla genişletmeye gerek olduğunu sanmıyorum. Eninde sonunda dedik nasılsa. Yürütebileceğinde anlaşamayacağım kimse yoktur sanırım.

Şimdi biz bu zavallıya bu zahmeti niye çektiriyoruz?

Okumaya devam et

xDerin Sular -38- (Sayın İnternet Bugün Nasılsınız?) +

Francis Crick. ‘Şaşırtan Varsayım’. TÜBİTAK Yayınları 8. basım. Aslında bu bölümün ilk versiyonunda giriş şöyle idi: “Kim aptallığını ifşâ için oturup kitap yazar? ”

Bu Crick bile olsa, daha önsözü okuduğumda gerçekten böyle düşünmüştüm. Yine de okumaya devâm ettim. Crick hakkındaki görüşüm kısmen değişti, hattâ güzel bir eser için teşekkürü bile hak ettiğini düşünüyorum artık. Ama, bütün araştırma bulgu ve bunlara dayalı düşüncelerine inatla temel teşkil eden varsayımına îtiraz etmekten geri de durmayacağım.

Şimdi şöyle düşünüyorum: “Bunca zekî insanı gerçekleri, hem de kendi işâret ettikleri apaçık gerçekleri görmekten ne alıkoyar:

En azından tıpla alâkalı herkes bilir ki Crick, Watson ile birlikte DNA’nın çift sarmal yapısını bulmaları sebebiyle (Watson – Crick modeli) tıbbın kendisine çok şey borçlu olduğu bir biyokimyacıdır. Ama aşağıda göreceğiniz, ruh dâhil olmak üzere bütün mânevi kavramları ‘derhal reddetme eğilimi’ günümüz bilim adamlarında öyle büyük bir saplantı hâlindedir ki, hemen bir şeyler karalamazsam çatlarım.

İşte kitaptan örnekler ve en sonunda da ‘benim şaşırtan varsayımım’…Daha önsözün ilk paragrafı, varan bir: Bazı filozoflara atfen “Ama onların açıklamaları bilimsel gerçeklerle bağdaşmıyor”. Şunu belirtmek isterim ki bu söze hemen saldırma ihtiyâcı duymamıştım. Aşağıdaki örnekleri ve daha nice kusurlu mantık çıkarımlarını gördükten sonra dönüp bu sözün tamâmına değil ama şu ‘gerçekler’ safsatasına da saldırdım.

Okumaya devam et

xDerin Sular 20 Öğretmen Bir Gün Çıldıracak

“Anne bak sana söylüyorum” diyormuş altı yaşındaki yeğenim Ünal: “Öğretmen bir gün çıldıracak’

Bir ay kadar -bir kaç gün arayla- tekrarlamaya devam etmiş bu sözü. Nihâyet bir gün eve girip çantayı fırlatmış bir kenara, “Ben sana demiştim anne” demiş: “öğretmen çıldırdı işte…”

İmdi:
Her gün işe giderken sokağın köşesinde karşılaştığınız adamın yüzüne tükürüp geçseniz ve hiçbir karşılık görmeseniz bunu ne kadar daha sürdürmeyi düşünürdünüz? Bana sorarsanız ‘bir daha aslâ düşünemeyecek hâl’ ile tanışmadan düşünmenizde fayda var.

Yaptığınız ya çok tehlikeli veyâ tamâmen tehlikesiz bir şey. İkisi arasında dehşetengiz bir fark olmakla birlikte tam otuz yıl devâm etseniz test etmeye maâlesef emîn olamazsınız bir sonraki denemenin sonucundan.

Adına sabır denen mefhûm muhakkak ulvî bir kıymet. Benim ulviyet göstergem böyle söylediği için… Göstergemse oldukça basit: ‘Maddî kâinâtımızda her hangi bir gerekliliği olmamak’. Hepsi bu işte…

Okumaya devam et

xDerin Sular 24 Klonumla Görüştüm

Dün klonumla görüştüm. Hani, adı adımın tersi olan şey işte. Aynadan göründüğü gibi olan yâni… Arkadaşlar sağ olsun, beni de düşünüp bi klon çekmişler. Klonla karşılıklı oturup iyice ve epeyce bir sohbet ettik, önceleri her şey iyi gidiyordu. Sıra işkembe çorbasına gelinceye kadar…

Bir tas kalmış sâdece. Tutturmaz mı ben içeceğim diye… Yâni… İmdi… Benim klonum değil mi, hiç şaşırmadım. Tutturmasaydı şaşardım. Fakat, elbette ‘ben kendim’ klondan daha bir kendim olarak tutturdum aynısını.

Nasıl inatlaştık.

Baktım olmayacak, -aynı anda tabii o da bakmıştır olmayacak- salladım bir yumruk gözünün tam üstüne. O da aynı anda aynı kararı vermiş olacak, aynı yumruk bana da sallanmıştı aynı anda. Tâlihe bakın ki benim yumruk sağdan, onunki onun sağından -yani benim solumdan- gittiğinden ve fakat benim yumruğun yolu boş, onun yumruk yolunda bir vazo bulunduğundan olan vazoya ve klonun sol gözüne oldu. Vazo kırıldı, klonun sol gözü kör oldu.

Okumaya devam et

xDerin Sular 13 Bir Atlantis Hikâyesi

Amerika aslında Atlantis olabilir.

Tabii olmayabilir de… Şimdi olurdu olmazdı tartışmasına girmeyelim. Bana göre olması muhtemel çünkü sanki Amerika aslında Atlantis’miş de, yakında batacakmış gibi ‘yeni bir yurt sevdâsına’ düştü üzerindekiler. Bu da bir felâket senaryosu kapsamına mı girer yoksa yıllar sonra “Rahmetli demişti” mi derler bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey varsa o da onların bizim bilmediğimiz bir şeyleri bildikleri. Çünkü bir nesil sonrakiler “atalarımız “Teknolojiyi alan malı götürür” demiştir” diyecektir. (Haklısınız, bu cümledeki tırnak işaretlerinde bir tuhaflık -bence de- var.)

Bir tek başkan arayla bir ülkenin çehresi bu kadar nasıl değişebilir? Nasıl bütün dünyâ insanlarının medeniyet ve hürriyetler ülkesi bir gecede hiçbir akl-ı selim sâhibini dinlemeyecek kadar pervâsızca -sâdece- hedef seçip feryatlara kulaklarını tıkayarak ha bire saldıran bir cinâyet makinesine dönüşebilir?

Kimilerine göre -ki ben de bu kimilerinden biriyim- o hiç de bir gecede değişmemiştir. Hattâ kuruluşundan beri bu yoldan hiç sapmamıştır. Herkesin bildiği şeylerden bahsediyorum: Kızılderililer, üstüne biraz mayonez… Pardon: Portekiz, Maya ve İnkalar, azıcık meyan kökü (yâni hücresel kök) ve üstlerine muhtemelen gıdâ paketi niyetine attıkları ‘mantarsı bir besin bulutuyla’ iki şehrin bütün insanlarının bir daha aslâ acıkmamasını sağlamayı düşünebilecek kadar iyilikseverlikleri…

Okumaya devam et

xDerin Sular 14 Aynı Nehirde İki Kere Yıkanılabilir mi

Tespit doğru, sonuç yanlış…

Elbette yıkanamazsınız. Tesbîtinizin doğru olduğunu söylediğim halde söylediğinizin yanlış olduğunu söyleyebiliyorsam bu da şundan: Eğer nehre o gözle bakmaya kalkışırsanız nehrin dünkü nehir olmadığında haklısınız -olmasına- fakat ya siz dünkü siz misiniz? Dolayısıyla bu soru esastan bozulur. Eğer aynı siz olabilseydiniz ancak sorgulanabilirdi ‘sizin’ aynı nehirde ikinci defa yıkanıp yıkanamayacağınız. Ne yazık ki şimdi bu soruyu gündeme tekrar taşıyabilmek için ‘dünkü sizi’ bulmaktan başka çaremiz yok. Onu da ‘bugünkü biz’ bulamayacağımıza göre… (Bu kadar nokta bile az bu paragrafın sonuna)

Zavallı bilime çok fazla yüklenmeye hakkımız yok. Bazı kabullenmelerin zarûrî olduğu bir gerçek. Basit bir şekilde açmak gerekirse maddenin temel yapı taşı -olduğu düşünülen- atomun yapısının teferruatında bilgi fakiri olmamız ateşi yükselmiş bir çocuğa ilaç vermememizi gerektirmiyor. Gözlemlere dayalı bilimin de bir ‘gerekliliğinin’ olduğunu kabul etmeliyiz.

İlk iki paragrafın nerede buluştuğunu merak ediyorsanız, buluştukları ortak ortak nokta şurası: Ey insan. Kâinâttan bir cüz olduğun halde haddini aşıp bütünü anlamaya kalkışmanın sancısına katlanamayacaksan insanlığından hemen ferâgat et. Anlamaya çalıştığın şeyin -bir şekilde- kendisini anlamak için kullandığın yeteneklerinin de sâhibi olduğunu fark etmeden onu aşmaya çalışıyorsan hayvanlarda da bulunan bedeninden de ferâgat et. Çünkü üzerine aldığın yük bildiklerin kadar bildiğini bilmediklerinin de yüküdür. Ya, bildiğini bilmediğini bildiklerinin de yükünü taşıyabilecek kaç insan vardır?

Okumaya devam et

xDerin Sular -17- (Şu Maymun Oğlu Maymunlar)

Işık ve maymun, ne kadar benzerler birbirlerine değil mi?
Aynı konuda bile ne işleri mi var?
Bakın,.. İkisini aynı odaya tıkan ben değilim Tıkmışlar, derdi bizi almış:

Şimdi: ‘Hiçbir şey yoktu, ama ışık vardı.’ Big Bang hani,.. Büyük Patlama. Patlamışsa, ortalık da ışıl ışıl olmuş olmalıdır. Tabii,.. Bir şey patlamış, bir şey yokmuşsa ne patlamış? Yok patlamış da var olmuşsa o zaman yok da yok değilmiş. E,.. Bu konulara büyük adamlar bile akıllı çözüm bulamamış benim bulacağım yok da, bazı insanları deli diye tımarhanelere tıkıp aynı sözleri eden bazılarını niye bilim adamı yapıyorlar?

Neye itiraz ettiğimi anlamadınız! Basit: İtirazım hiçbir şeye ‘Yok, hiç yok olmadı.’ Artık buradan her şey hep vardı’ mı çıkarırsınız, ‘hiçbir şey hiç yoktu’ mu, o sizin meseleniz. Ama bir şeyi kesinlikle söyleyebilirim, bir şey vardı da o ışık değildi.

Başka bir ifâdeyle, her neyse ne patladı diye ortalık ışıl ışıl olmamıştı. Çünkü bu esnâda ‘henüz oluşmakta olan ortalığa’ yayılan şeyin adı daha milyarlarca yıl sonra ışık olacaktı. O daha sıradan bir enerjiden başka bir şey değildi. Üzerine düşüp aydınlatabileceği bir takım ‘şey’ler de yoktu. Çünkü bu gürültü zâten o ‘şey’lerin oluşması için kopuyordu. Bir iş

e yara(ya) mamanın utancını duyan ışığımızın halini düşünün şimdi. Soğuyan gazlardan aydınlatabileceği cisimlerin oluşmasını ne kadar uzun bir süre beklediğini düşünün. O kadar uzun bir süre ki, (hâlâ oluşmamış olan) sabır taşı olsa hani, dayanamaz çatlardı. Müstakbel ışık neyse ki sabır taşından daha sabırlıydı da, bizleri karanlığa mahkûm edip çekip gitmedi (çok şükür) .

Okumaya devam et