xDerin Sular 44 Kapı Dürbünü

Sürücülük ve otomobiller hakkında en küçük bir bilgisi olmayan birini bulup tıkalım bir arabaya. Kapıları kaynakla kapayalım, beslenme vb. zarûrî ihtiyaçları için asgarî ne gerekiyorsa temin edelim ama adamı da sürücü koltuğuna yapıştıralım, görüş mesafesinde bir yerlere muhakkak ulaşmak isteyeceği bir hedef yerleştirelim.

Sonra?

Hiç, sâdece bekleyelim.
Allah bize Eyüp sabrı versin, öylece bekleyelim.

Ben sizlere garanti ediyorum, araç yeterince iyi tasarlanmış ve dayanıklı ise eninde sonunda o kişi o aracı kullanacaktır. Belki önce birkaç defa öksürtür, ilk denemelerden sonra bir müddet vazgeçer ama eninde sonunda yapar bu işi. Bu kısmı fazla genişletmeye gerek olduğunu sanmıyorum. Eninde sonunda dedik nasılsa. Yürütebileceğinde anlaşamayacağım kimse yoktur sanırım.

Şimdi biz bu zavallıya bu zahmeti niye çektiriyoruz?

Nereden biliyorsunuz ki siz onun bir zavallı olduğunu? Veya nereden biliyorsunuz bu eziyeti sadece onun çektiğini? Siz de ondan farksız bir zavallı olmayasınız?

O aracın içinde bekleyedursun, biz başka bir şey düşünelim şimdi:

Diyelim ki insanlar bilegeldiğimiz üzere doğmuyorlar aslında. Herkes bir otomobille, otomobilli olarak doğuyor. Olur mu? Olur demeyeceğim. Olmaz tabii. Neyse, biraz daha sabır. Hem, ne çıkar canım, doğsunlar işte öyle. Ve öyle doğsunlar ki görme alanları etraftan koyu engellerle -at gözlüğü gibi- ön camın izin verdiği dışında bir yeri göremeyecek şekilde olsunlar doğduklarında. Hatta yine (taktık ya) sürücü koltuğuna yapışık olsunlar ve hatta elleri vites koluna, ayakları da gaz ve fren pedallarına yapışık olarak doğsunlar. (Bu örnekte aracın otomatik şanzımanlı olması gerekiyor tabii)

Bu vatandaş gözünü dünyaya açtığında ne hisseder?

Ben unuttum bebekliğimi. Sizler hatırlıyorsanız neler hissedeceğini benden daha iyi tahmin edebilirsiniz. Sadece tahayyül edebiliyorum: Uzuvlarını (aynasız ve elsiz bir dünyada, bizim kulaklarımızı hissettiğimiz gibi şeklini kestiremeden de olsa) hissedebilir. Sonra kıvranmaya başlar. Evet. Yapabileceği kıvranmaktan başka hiçbir şey yoktur. Şimdi siz el ve ayaklara sahip olduğunun farkında olsanız bunların başkalarında da bulunduğunu ve hareket ettirilebildiklerini görseniz (veya otomobil adam, başka otomobil adamlarda tekerleklerin bulunduğunu görse ve bunlar döndürülerek ilerlenebildiğini bilse) ama onları nasıl kullanacağınız hakkında hiçbir fikriniz olmasa kıvranmaktan başka ne yapabilirdiniz?

Bulduğunuz (aslında hissettiğiniz) bütün düğmelere basar, bütün kolları çek

er iter, itip çekerken dönebildiğini anladıklarınızı ne işe yarayacağını bilmeden döndürmeye çalışır, ha bire kurcalardınız işte. Otomobil adam da bundan başka bir şey yapmazdı. Kontak anahtarı olduğunu bilmediği bir şeyi çevirme olduğunu bilmediği bir şekilde dürttüğü bir sırada ilk sarsılışı büyük heyecan verirdi ona. Bunu -elbette- tekrarlardı. Günün birinde, debreyaj pedalı olan ayağı (Hmmm. Demek ki aracın otomatik olmasına bile gerek yokmuş. Tahayyüle sınır mı var? Adam üç ayaklı oluversin bari) Ne diyorduk? Debriyaj pedalı olan ayak işte, her nasılsa itilmiş halde iken tesadüfen aynı şeyi denediğinde sarsıntının sürekli hal aldığını fark ederdi. Bunun ne olduğunu bilmezdi. Ama bu yeni sesi zevkle dinlerdi. (Bir süre korksa bile alışmak denen bir şey vardı çünkü)

Gaz pedalı olan ayağını da tesadüfen ittiriverirse -mesela- karşı duvarla fazla samimi olurdu.

Sözü nereye getireceğimi herkes anladı. Fazla uzatmadan bebeklere dönelim: onları seyretmeyi sever misiniz? Ben çok severim. Acemice oturma, ayakta durma, yürüme gayretlerini bugünden sonra artık bambaşka bir gözle seyredebilirsiniz. Yaptıkları tam tamına işte bu iştir. Bilmedikleri bir sürü düğmeyi kurcalıyor, kolları itip çekiyorlar. Düşüp kalkıyor, ağlıyor, yardım bekliyorlar. Ve siz çaresizsiniz. Ne yapmaya çalıştıklarını, neyi yapamadıklarını biliyor, öğrenmesi için uygun şartları sağlamak, etrafına minderler yerleştirmekten başka bir faydanız dokunamadan sadece kendi kendilerine öğrenmelerini bekliyorsunuz.

Kim, neyi öğreniyor diye hiç düşündünüz mü?

O eğer kendisi ise, neyi, niye öğrensin ki? Kendisi olan her şey kendisini bilmeli değil midir? Bilmezse ona nereden aldın (veya çaldın) demez misiniz? Bu şey, yani adına bebek denen bu şey, -bırakın bunu- kendisinin kendisi olduğunu bile bilmeyecek kadar cahilken öğrenmeye çalışacak kadar usta veya bilge olan kimdir peki?

Yine hissedilebilen ama anlatılamayanlar hudûduna gelip dayandık. Bunu elbette sadece ben biliyor değilim. Bilenler biliyor, bilmeyenler bilmediklerini de bilmiyorlar. Ben bilenlere anlatıyorum ve yaptığım sadece hoş bir örnekle onların tebessümlerini celbetmek.

Bilmeyenlere bu kadar sözden sonra söyleyebileceğim sadece şu:

Gözünüzü bir kapı dürbününe dayamış, başka her şeyi unutmuş, dürbünden görünen sokağı tek gerçek zannederek seyredip duruyorsunuz. Yetmedi mi? Yorulmadınız mı? Bir saniye olsun beni dinleyip o aptal oyalayan kapı dürbününden kafanızı çekmeye razı olun da arkanızda bazen acıyarak, bazen gülerek sizi seyredip bekleyenlerinize dönün. Kapıdan görünenler sizi ne kadar severlerse sevsinler, o öğrenmeye çalışan öz beninize ancak gülücükler gönderebilirler. Ama arkanızda sizi bekleyen dostlarınız rûhunuzu kucaklamaya hazırlar.

Rûhunuza, acı ve seviçlerinize ancak sizinle aynı yerde olanlar dokunabilirler.

Tek istedikleri onlara dönerek onları tercih ettiğinize dâir bir ümit ışığı göstermeniz.

Sevdiğinizi söylemenizi bile şart koşmayacak kadar seviyorlar sizi…

Selçuk Bekar

Sosyal AğTweet about this on TwitterShare on FacebookShare on Google+Share on LinkedIn

Bir Cevap Yazın