xDerin Sular -38- (Sayın İnternet Bugün Nasılsınız?) +

Francis Crick. ‘Şaşırtan Varsayım’. TÜBİTAK Yayınları 8. basım. Aslında bu bölümün ilk versiyonunda giriş şöyle idi: “Kim aptallığını ifşâ için oturup kitap yazar? ”

Bu Crick bile olsa, daha önsözü okuduğumda gerçekten böyle düşünmüştüm. Yine de okumaya devâm ettim. Crick hakkındaki görüşüm kısmen değişti, hattâ güzel bir eser için teşekkürü bile hak ettiğini düşünüyorum artık. Ama, bütün araştırma bulgu ve bunlara dayalı düşüncelerine inatla temel teşkil eden varsayımına îtiraz etmekten geri de durmayacağım.

Şimdi şöyle düşünüyorum: “Bunca zekî insanı gerçekleri, hem de kendi işâret ettikleri apaçık gerçekleri görmekten ne alıkoyar:

En azından tıpla alâkalı herkes bilir ki Crick, Watson ile birlikte DNA’nın çift sarmal yapısını bulmaları sebebiyle (Watson – Crick modeli) tıbbın kendisine çok şey borçlu olduğu bir biyokimyacıdır. Ama aşağıda göreceğiniz, ruh dâhil olmak üzere bütün mânevi kavramları ‘derhal reddetme eğilimi’ günümüz bilim adamlarında öyle büyük bir saplantı hâlindedir ki, hemen bir şeyler karalamazsam çatlarım.

İşte kitaptan örnekler ve en sonunda da ‘benim şaşırtan varsayımım’…Daha önsözün ilk paragrafı, varan bir: Bazı filozoflara atfen “Ama onların açıklamaları bilimsel gerçeklerle bağdaşmıyor”. Şunu belirtmek isterim ki bu söze hemen saldırma ihtiyâcı duymamıştım. Aşağıdaki örnekleri ve daha nice kusurlu mantık çıkarımlarını gördükten sonra dönüp bu sözün tamâmına değil ama şu ‘gerçekler’ safsatasına da saldırdım.

Bilimsel gerçeklere aykırı öyle mi? O düşünürlerin ne söylediği önemli değil. Hangi bilimsel gerçekler diye sormak geliyor içimden. Herhangi iyi bir bilim adamı için artık, “bilime uygun değil öyleyse yanlıştır” çağı bitmiştir. Çünkü bizzat bilim bugün ‘gerçek’ kavramının altını oymuştur. Yirminci yüzyılın başı bilimsel determinizmin de sonu olmuştur. “Bilebiliriz” bitmiş, “bilinemez” sesleri baskın çıkmaya başlamıştır. Teoriler teorilerle savaşıyorlar. Atom modeli bile (çağlar boyunca ve önemlileri anlamında) dört kere değişmiş, şu anda da atom – altı parçacık hayâletlerinin dansı başımızı döndürmekte.

Bozulmuş bir dînin hükmü bir kere biter, güven sarsılır ve inat edenler hâriç gerçeği arayanlar yeni haberciye uyarlar. Bilimin ise sürekli değişmedikçe veyâ gelişmedikçe zâten hiçbir şeye yaramayacağı artık gün gibi açıktır. Alın basit bir örnek: Dün üçgenin iç açıları toplamına (bu ara moda olduğu üzere atıyorum) 179,8854958734 derece deseydi bir öğrenci sıfır alırdı. (Üçgenin iç açıları toplamı 180 dereceden küçüktür: Genel görelilik, Lobachevsky, Gauss) Bugün öğretmen (tabii duymuşsa) o çocuğu alnından öper. (Dikkat iç açılar toplamının aksine daha fazla olduğunu söyleyen teoriler de vardır)

Devâm ediyorum okumaya Giriş sayfa 8: (‘Şaşırtan varsayım’ı kimilerinin neden kabul edemediğini açıklıyor) “İlki, çoğu kişinin ‘indirgemeci’ denilen karmaşık bir sistemin o sistemin parçalarının davranışları ve etkileşimleriyle açıklanabileceği yaklaşımını kabul etmedeki isteksizliği.”

Yok canım, niye isteksiz olacakmışız ki? Parçaların davranış ve etkileşimlerinden her bi şeyi anlayamazsak yazık olsun bize. Şu bize hep verdiğiniz örneklerdeki türden bir şey düşünelim: Uzay gemimizden hepsi kör ama bilimsel seviyeleri son derece ileri bir X gezegeni toplumu üstüne akümülatörü ile birlikte ve çalışır halde düşecek bir televizyon gibi meselâ.

Hadi indirgemeci sorgulamayla bu cihazın ne işe yaradığını bulsunlar. Böyle bir araştırmaya karşı çıkan yok. Ama bu örnekteki görüntünün o yaratıklar için ne tür bir gerçekliği vardır? Ekrandaki görüntü soyut bir kavram olup ancak görme yeteneği olanlara bir şey ifâde eder. Onlarsa cam yüzeyde bir tür mesaj ileten karmaşık sembollerin sürekli değişerek bir şey anlatmaya çalıştığını düşüneceklerdir. İndirgemeci sorgulama daha fazla veri biriktirme için elbette kullanılır. Her şeyi açıklayamayacağını peşin peşin kabullenmek dürüstlüğünü gösterecek cesâretiniz varsa tabii…

Bir başka bölümde de temas ettiğim şu düşünceyi tekrarlamadan geçemeyeceğim: Telepatiyle, kelimeler kullanmadan rahatça anlaşan ve hiçbir şeyi unutmayan bir ırk düşünün. (İnsan da aslında hiçbir şeyi unutmuyor. Bu hipnoz çalışmalarında ispatlanmıştır) Böyle bir tür muhtemelen ne konuşma diye bir şey tahayyül etmiş, ne yazıyı bulmuş, ne eserler yazmış olmalıdır. Şimdi onların bilim adamlarına götürüp verin Larousse’u Peki bu mürekkep lekeleri şimdi kim içindir? DNA’nın dört bazdan oluşan mesajına kıyasla elinizde tam yirmi dokuz elementten oluşan bir başka şifre var. Tabiatın normal seyri içinde böylesi bir mesajın nasıl ortaya çıkabileceğine dâir güzel bir kuram da oluşturun. Sonuçta neyi bulacağınızı biliyorsunuz değil mi: Bir kitap evrimsel olarak nasıl gelişir? ..

Haydaaa, kitaptaki mesajı harfler mi oluşturur? Harfleri belli bir sıra dahilinde (ve trilyonlarca gâyeden bir veyâ birkaçı için) bir şuur sıralamasa idi bu temel parçacıklar ne tür bir bütüne varırlardı? Larousse’a dokunmayın, bütün şuurları ortadan kaldırın. Hâlâ orada bir sürü bilgi mi var, bir sürü mürekkep lekesi mi?
Sayfa 11: “beyni anlamak için onun doğal ayıklanma ile uzun bir evrim sürecinin sonuç ürünü olduğunu kavramak önemlidir. O bir mühendis tarafından tasarlanmadı, ama yine de göreceğiz ki küçücük bir oylumda (bunu da tercüman yumurtlamış. Hacim mi, kavite mi, ne demekse?) ve göreceli olarak çok az enerji kullanarak müthiş bir iş görüyor. Anamızdan babamızdan aldığımız genler, milyonlarca yıl içinde uzak atalarımızın görüp geçirdiklerinden etkilendiler. İşte bu genler ve doğumdan önce yönlendirdikleri gelişim beynimizin yapısının büyük bir bölümünü kurmuştur.”

Sayfa 11: “Evrim temiz çalışan bir tasarımcı değildir. Gerçekten de Fransız molekül biyologu François Jacob’un yazdığı gibi -Evrim bir mucittir- küçük küçük adımlarla önceden var olanın üstüne kurar. Yeni bir icat ne kadar acayip bir biçimde de olsa çalışıyorsa, evrim onu ilerletir. Bu demektir ki var olan yapıya kolayca yapılabilen ekler ve değişikliklerin şansı artığından sonuçtaki tasarım düzgün olmaktan çok, birbiriyle etkileşen aygıtlardan yapılı karmakarışık bir yığın olacaktır. Böyle bir sistem doğrudan o işi yapmak üzere tasarlanmış doğru dürüst bir düzenekten çoğu zaman hayret uyandıracak bir şekilde daha iyi işleyebilmektedir.”

Bu iki paragrafa ne diyeceksiniz? Kendi yaklaşımı açısından bile bir mantık bütünlüğü var mı? Bir iş görme kavramının müthişliği yazara göredir. Tasarlanmamış bir gelişimi (o da neye doğru ve niye gelişiyorsa) ifâde eden evrim için iki paragrafta tasarlanmış işleri ifâde eden semboller kullanılmış. Hem, tabiat veyâ kimin rûhu ise (bu paragrafta öyle seziliyor da) evrim, bir şeyin üstüne bir şey niye kuracakmış? Tabiat için bir daha iyi, daha düzenli, daha gelişmiş niye ve neye kıyasla olacakmış ki? Tabiatın en muhtemel davranı

şı bilakis deprem, sel, fırtına ve benzeri felaketler, veya bir ara sıcakların biraz fazla veyâ biraz düşük seyretmesiyle onu olsa olsa yıkmaktır.

Bence “birbiriyle etkileşebilen karmakarışık düzenek” diye hafife alıp bir yapı oluştururken başkalarını suçlamaya kalkışmadan Crick şunu yeniden düşünmelidir.Elektronikte böyle bir düzenek için asgari adına chip dediğimiz kâbiliyette bir şeyler gerekir. Bu durumda tabiat zâten koca bir ‘âferin’i hak etmiştir.

Sayfa 11: “Beynin davranışının büyük bir bölümü türemedir. Yâni bu davranış örneğin tek tek nöronlar gibi ayrı parçacıklarda bulunmaz. Gerçekte tek bir nöron oldukça tutuk bir nesnedir. Ama çok sayıda bir araya gelince karmaşık etkileşimlerde bulunarak böyle harikulade şeyleri yapabiliyorlar.”
Evet bu basit şeyler zâten bir araya geldiklerinde hep acayip güzel işler yaparlar. Meselâ tuğlalar çok basittir ama ev yaparlar. Tuşlar hep aynıdır ama klavye olur. Hücreler çok basittir ama insan yaparlar.

Yazarın ilgi alanı eğer şuur olmasaydı (farkındalık) gerçekten anormal bulunacak bir şey yoktu. Beyni dolduran nöronların ne şekilde çalıştığını hepimiz bil

mek istemiyor muyuz? Davranış biçimleri (ve bilimleriyle de) belli ölçüde bağdaşacak sonuçlar ummamaktır normal olmayan. Bunları elbette umar ve araştırırız. Daha bir kitabın önsözünde neyin insanı bu kadar tedirgin ettiğini anlamak için bu satırı okumadan geçebilirsiniz de. Ama kitabın kalan kısmında her biri takdire şâyan o güzelim bulgu ve düşüncelerin neye çerez edileceğini hâlâ sezemediniz mi?
Yine de,.. lütfen sâkin olun. Benim gibi yapın. Derin nefes alın, verin, alın, verin,..
Yahu, tuğla bir tuğla ise ev tuğlalar mıdır? Tuğlayı buldunuz ama sonuç ev de olabilir fabrika da. Tuğlayı bulunca bununla binâ değil, ev oluşturma mekanizmasını bulacağınızı nasıl düşünebilirsiniz?

Homonculus, ‘küçük insan’ denebilecek bir kavram. Aslında bu özellikle üreme hücreleri için düşünülmüştü eskilerce. Bir küçük insan taşınır ve bu yeni insanı oluştururdu. Yanlış olduğu anlaşılıp terk edildi elbette. Bu konuda şuur karşılığı olarak, kafamızı

n içinde oturup bâzı düğmelere basan bir küçük insan düşüncesi fiziksel anlamda değil ama şuura karşılık olarak çok yanlış bir benzetme elbette değil. Kitabın sonlarında kendinin bile böyle bir düşünceden kurtulmakta zaman zaman güçlük çektiğini söylüyor. Peki zâten beynin uzantısı sayılan retinalarımızda hazır oluşturulmuş resimler beynin o çok üst düzey merkezince olduğu gibi kullanılmıyor da bölünüp parçalanıp (her iki retinanın iç ve dış yarıkürelerindeki görüntüler beynin ayrı taraflarına giderler) çaprazlanıp (görme sinirlerinin buluştuğu, liflerin çaprazlaştığı yer) , taşınıp, döndürülüp (Sanki beyin ters görüntüyü yanlış algılayacakmış gibi kortikal alanlara giderken görüntüyü taşıyan liflerin seyri rotasyona uğrar) , bir sürü alanda işlenerek değerlendirilmeye neden çalışılıyor? Bu resim zâten beynin bir bölümü üzerinde oluşmuştur değil mi? Nasıl söylesem, yani nöronlar malzeme hazırlamak için yırtınıyor ama kime? Yine nöronlara!
Peh! ..

Gelelim benim şaşırtan varsayımıma, veya beni asıl neyin şaşırttığına:
Bütün işi nöronlara mâletmek bugünün şaşkınlarında az görülen bir eğilim midir ki tutup buna şaşırasınız da bu önermeyi kullandığınız bir kitabın adına “Şaşırtan Varsayım” diyesiniz?

Ben zâten en çok bu kitabın ismine şaşırdım.
Varlık, maddî boyutuyla aşağıdan temel partiküller, atomlar, moleküller, hücrelerle yükselerek üçüncü boyuta gelirken aynı varlık idrak eden boyutuyla numaralandıramayacağım bir yüksek boyut düzeyinden de aşağı inerek üç boyutlu âleminde kendisi ile buluşmuştur.

Burada ne söylediğimi anladığınızı düşünüyorsunuz.Yanılıyorsunuz. Bu bir yaratılış teorisi değil, bir öz-kimlik tasarımıydı. Bir balonun içine elinizi sokup, baş ve işâret parmaklarınızla balon yüzeyini içerden esnettiğinizi, parmak uçlarınızı birbirlerine çevirip karşı karşıya getirdiğinizi düşünün. Eğer onları bir el olmaktan çıkarıp iki parmak yapmak isteseydiniz siz ne yapardınız? O halde ben beynin bir ara istasyon olduğunu, yaptığı işin bir şeyleri anlamaktan daha fazla (bizi saran fiziksel dış dünyâ için olduğu gibi) her şeyi anlamaktan bizi alıkoymak, yukarıdan gelen bize aşağıdan gelen bizi başka biriymiş gibi tanıtmak, bir anlamda perdelemek olduğunu düşünüyorum. İşte buna şaşırmaya değer! ..

Perdeleme bunun neresinde? Bu şuur nöronlar makinesinin sunduğu brifingden başka gözlerini her şeye kapamışsa bunun adı başka ne olabilir? Tamam, bu çok bilimsel bir düşünce değil. Ama bilimin her şey olduğunu, bildiğimiz kadarı demek olanın, bilimin küllü olduğunu kim söylemiş ki. Bugünkü bilim, içinde bir sürü yanlış da bulunduran, bildiğimiz kadarı anlamındadır. Ve bize hizmet için var. Etmeyecekse, tâ uzaklara kadar yolu var…Özellikle böyle saçmaladığı zamanlar içindi bu sözüm.

Daha karmaşık düzeneklerin benlik duygusunu (farkındalık, şuur, bilinç, her neyse işte) ortaya çıkarabileceğini düşünebiliyorsanız şu satırların da bir anlamı olmalıdır:
Bugünün tablet pc’leri hiç de bayağı şeyler değil öyle değil mi? Hattâ her biri bir tek nörondan çok daha akıllıdır buna şüphe yok.

Bir milyarını birbirine bağlayalım. Yok yok, tabii şekilde olsun diye hepsini çalışır halde üst üste atalım. Yok yok, hublarını da (yerel ağ oluşturmak için bilgisayarların Ethernet kartları ile bağlandığı kutucuklar) kablolarıyla dâhil edip atalım ki haberleşme imkânları da olsun. Yok yok,.. Kullanıcıları da bilgisayarlara bağlayıp onları da birlikte atalım. Üç aşağı beş yukarı aynı organelleri ihtivâ eden nöronlar şuuru ortaya çıkarabiliyorsa siz varın bir de üstünde bir sürü hazır beyinle birlikte bu yapının şuurunu düşünün…

El insaf! .. Aptallar hâriç, kim şu gerçeği görmez: Bir şeyi artık biliyorsan, yâni anladı isen, sen bilmeden daha önce onun tabiatta zâten bulunduğunu da bilirsin. Onun tabiatta zâten var oluşunun kıymeti yok da senin onu kavraman kıymetli ise sen nasıl düşünen adam olma sıfatını hak edebilirsin?

Şu köylü, câhil, ama rahat, huzûru gerçekten duyan, şu, erdem sâhibi yaşlı insanlarımız var yâ. Crick böylelerinin “gözümüz var görüyoruz işte” dediğini söylüyor. Bir göz uzmanı olarak böyle bir yaklaşımı çok bayağı bulmayı hiç başaramadım. Neyi kastettiğimi gerçekten ve hafife almadan anlamak için dördüncü boyutla, düşünmeyi düşünmekle ilgili yazılarımı tekrar okumak gerekebilir. Bu ‘câhiller’ eğer,.. Beyinlerinin tıkalı bâzı yollarını açmayı başarmış (veyâ aksine onları tıkamayı başarmış) , kısıtlamaların bir kısmından kurtulmuş, yâni, altı yönü kapalı küpün açık yanlarını görüyor fakat bir türlü bize gösteremiyor, üstüne üstlük bizi de kendileri gibi zannettiklerinden bizim bunu nasıl anlayamadığımızı anlayamıyorlarsa ne olacak?

Daha basit bir yaklaşım da şu kendi şuurlarının felsefi anlamda değil, bir realite olarak farkında iseler onlar kamera gibi gözlerden gelen bilgilerin beyinde işlenmesinden aldıkları yorumu keyfederek kullanırlar.
Sen mi? Nasreddin Hoca’nın ahırda kaybettiğini damda araması gibi arayıp dur. Böyledir demiyorum. Ya böyle ise, ama şair de değillerse diyorum. Neden bize gösteremediklerini anlamak için, neden şiir yazıyorum başlıklı yazıma bakmak gerekebilir.

Bu kadar sözden sonra, eğer DNA’nın yapısına bu insan ışık tutmuş ise muhakkak bulduğu şeyi yeterince anlayamamış olmalıdır. Acilen birilerinin daha DNA’yı yakın bir biçimde incelemesi gerekiyor… desem haksızlık etmiş olur muyum?
Demeyeceğim zâten. Bilakis bu kitabın muhakkak okunması gerektiğini düşünüyorum. Özellikle görme fonksiyonu ve görme farkındalığına götürebilecek bilgi ve bulgular, görme yolları ve merkezleri kitapta o kadar teferruatlı incelenmiş ki, tıpla ilgisi olmayan biri bile okuduktan sonra ‘nasıl gördüğümüz’ hakkında epeyce bilgi sâhibi olabilecektir. Bunun yanında herkesin dağların zirvelerine baktığında sizinle aynı şeyleri hissetmek zorunda olmadığı çok açıktır.

Maâlesef, bu bölüm, bitmedi. İsterseniz bir dakîka sigara (Yasal Uyarı: Sigara içmek öldürür) molası verebilirsiniz. Ardından ikinci perdede yine günün birinde birileri yaparsa, çok daha önce düşündüğümü kayıt altına almak için ekleyeceğim dört düşüncem var: Hepsi Lateral

Geniculate Nucleus (LGN) ile ilgili. Beynin bu bölümünde görme sinirleri karmaşık bir şekilde ve (şahsi yorumuma göre) adeta ikinci bir ağ tabaka gibi (retina) yeniden organize oluyorlar. Şunları tasarlamıştım:
1. LGN şeker hastalığı veya benzeri sebeplerle ağ tabakasını yitirmiş hastalarda bir fizik uyaranla uyarılarak ikinci bir ağtabaka gibi kullanılıp bu hastalara görme yetenekleri tekrar kazandırılabilir. Böyle bir uyaran bulmak güç olabilir. Bu uyaran çok spesifik noktalardaki sinir uçlarını bir reseptör gibi davranmaya sevkederek üzerlerinde aksiyon potansiyelleri oluşturabilmelidir.
2. Ya, aynı LGN, rüyâlarımızın ağtabakası ise? Bunu daha fazla açmaya gerek duymuyorum. Duyularımızı etraf organlara yansıtarak algılarımızı yerelleştirdiğimizi biliyoruz.
3. Her iki retinadan gelen verilen önce LGN’ta işlenerek bir ilk üç boyutlu taslak ağtabakası oluşturuluyor olabilir
4. Kısa süreli algı için bile şuura verilecek retina resimleri birbiriyle çok ilgisiz olabilir. (Nöronların yavaş olduğunu biliyoruz) iki resim arasındaki bağlantının kurulabilmesi fakat bu arada dış dünyâdaki yeni durumları da kaçırmamak için her iki retinadan alınan resimler derhal LGN’a aktarılabilir ve fakat burada katmanlar boyunca kaydırılarak aynı anda işleniyor olabilir. Bu durumda bir şuurun zaman kavramını da oluşturan görsel ardışıklama ağtabakası olarak da fonksiyon görüyor olabilir. Eğer böyle ise (neresi olduğu belirlenecek) alt kademeler uyarıldığında kişi o an bir şey gördüğünü değil, az önce bir şey gördüğünü ifâde edecektir.

Peki bunları düşündüm de niye araştırmak yerine ifşa ettim uluorta?

Hadi siz gidin bu ülkede bu konuları çalışın da göreyim…

Selçuk Bekar

Sosyal AğTweet about this on TwitterShare on FacebookShare on Google+Share on LinkedIn

Bir Cevap Yazın