Değil otomobil farları, çoğu kasabada elektriğin bulunmadığı kara lâmba yıllarının bir gece yarısını bilmem kaç geçesi, bir Karadeniz köyünün ürpertici karanlığa gömülmüş ıssız yolunda gözleriniz yıldızlarla dopdolu gökyüzüne dalıp gitmiş, yere bakmadan evinize yürürken karanlığını binlerce ışıklı noktanın deldiği gökyüzünün tam tepesinde kare biçiminde bir alanın ânîden gün ışığı şiddetinde aydınlanıp bir saniye sonra karardığını görseniz ne olurdu?
Daha doğrusu, ne olur değil, ne hissederdiniz?
Gören bilir, anlatamaz, aktaramaz.
Hisler hissettirilebilirler mi?
Düşünüyorum…
Düşündüm:
Bu, çocukluğumu süsleyen ilginç pek çok hâdiseden sadece biriydi. Hepsini, bir başkasını dahî anlatmayı düşünmüyorum. Hayır, her birini tek tek tartışamayacağımdan değil, konumuzun dışında olduğu için.
Mâdemki dışındaydı, bu giriş neden?
Şunun için: Her kitaba bir giriş bölümü yazıyorlar. Biz de yazmasak, kendimizden biraz bahsetmesek olmayacak. Eh… Girişin sıradan olması da hiç gelmezdi işime. Oysa, buna bir bakın… Bence hiç fena durmuyor… Evet… Yok… Yok… Bayağı iyi oldu. Neyse…
Ben yönden ve her an, seyrediliyordum.
Şak!
(Bu, bir parmak şaklatma sesiydi ve sizin parmaklarınızdan geliyordu. Tamam?) Elbette şu nedenle: Biraz önceki ışıklı görüntü, hemen ardından her yönden seyredildiğini söyleyen biriyle karşılaştınız… Nasıl? Halüsinasyon bu, değil mi? Tabii halüsinasyon… Adam deli…
Yok canım! Daha da neler… Başka sıkıntım yoktu, tutup deli olduğumu ifşâ edecektim el âleme. Bırakın lütfen. Ne halüsinasyonu…
Her neyse, devam edelim:
Lise çağlarında kimsenin görmediği uçuk bir şeyler görmek için kendi bulduğum gevşeme metotlarını sonuna kadar zorlamıştım. Sonradan -ve tesâdüfen- öğrendim ki Transandantal Meditasyon diye bir şey varmış. Onu bilen ve ilgilenenler bu çalışmalar esnasında yaptıklarıma parmak ısırıyorlardı.
Uçtuk biz uçtuk…
Göğün kapısını gördüğünü söyleyen, her yönden ve her zaman seyredildiğini hisseden, sonra da tutup “uçtuk, uçtuk” diye nidâ eden garip bir insanla mı tanıştınız? Ne olmuş… Biz o insanla tam kırk yedi yıldır tanışıyoruz. Hem bu daha bir şey değil. Sizler asıl onun, şimdilerde sürekli yalnız kalabiliyor olmaktan ne büyük bir rahatsızlık duyduğunu anlayabilecek misiniz bakalım.
Bunca yıl sonra artık iyileşmiş olabilir miyim?
Ne gezer…
Asıl şimdi hastayım.
Sağlığımı sizin materyalist okullarınızda yitirdim. İtiraf ediyorum; şimdi bile, Can Yazısı’nı yazan ben, beynime enjekte ettiğiniz o ‘görülen ve duyulanlardan ibâret evrenin’ dipli kuyusunda çırpınıp duruyorum. Tek farkla: Artık, duymadığım, görmediğim şeylerin de basbayağı, ‘var’ olduğunu, hattâ, belki sâdece onların gerçekten var olduğunu biliyorum. Okullar da -benim kadar- değişti mi, bilmiyorum. Ama gerçek dünyâda artık bilim de yardım ediyor buna. El malı fesi önce zorla giyip sonra da çıkarmamak için direnen insanlarımız gibi, ben de kendimle boğuşuyorum çocukluğumun hürriyetine yeniden kavuşabilmek için.
Hâsılı, çocukluğumu arıyorum.
Sağlıklı günlerimi…
Devam edelim bakalım:
Çocuk beynimde başköşeyi beyaz sakallı bir ihtiyar motifi tutuyordu. Kaç çocuk oyuncaklar falan dururken beyaz sakallı ihtiyarları düşünür, emin olun bilmiyorum. Zaten oyuncaklarım için yapacak bir şeylerim oluyor – Plastik arabaların kapılarını keserek açılır kapanır hale getirebiliyordum- ama onlar için olmuyordu da… O ak motifi seviyordum işte. (Okuyucu… Kafanda kurgulamaya başladığın o kavramdan hemen uzaklaş. Çünkü hiçbir ilgisi yok anlattıklarımla. Çok ilgileniyorsan, o günlerde o konulardan haberim bile yoktu, üstelik namaz da kılmazdım.)
Kâinâtta iyi – kötü, güzel – çirkin denen mefhumlar hiçbir zaman herkesçe kabullenilmiş halleriyle somutlaşamamıştı benim için. Ona yakın olan, onu mütebbessim kılan iyi ve güzeldi, vardı, ona uzak olan, onu üzen, kötü ve çirkindi, yoktu. Bunların dışında -varsa- sâdece yıldızlar vardı.
Hep oldular.
Belki ilkokula başladığım günlerden birinin akşamında, Adilcevaz’daki evimizin bahçesinde babamın bana bir suni peyk -o zamanlar böyle denirdi yapay uydulara- gösterdiği günden sonra, yıldızlar ve uzay beni hiç yalnız bırakmayan üçüncü şey oldu hayatımda. O gün bu gündür ben ‘Obenizm’deki ben oldum. Tabii henüz Obenizm diye bir şeyle karşılaşmadınız. Ama eninde sonunda, bu kitabın bir yerinde karşılaşacaksınız. Karşılaşacağınızı biliyorum. Çünkü
onu da ben yazdım.
Gel gelelim, bu dünyâ (İşte… Sizin dünyânız) beni üç sembolümün de yanlışlığına inandırmayı bir şekilde başarmıştı. Uzun yıllar deli yaftasını kendi alnıma kendi elimle yapıştırdım. Yıllarca herkes gibi ‘normal’ olmaya çalıştıktan sonra hepsinin ne kadar doğru ve gerekli olduğunu anladığımda, -hattâ gerçekten bulduğumda- kaybettiğimi söylesem ne düşünürdünüz?
Oysa uzun yıllar sonra beyaz sakallı bir amcam oldu benim. Bana her yönden gerçekten bakıldığını, -yine yıllar sonra ve birkaç saatliğine de olsa- bildim ben. Her biri güneşimizden büyük olsa bile yıldızları odamın duvarlarına süs diye asacak kadar kâinatımın merkezinde durmayı başarabilmiştim. Hadi, böyle birini düşünün: Kendini bildiği günden beri aradığı her şeyi zâten hazır bulmuş birinin, bütün hazır bulduklarını -ne kadar gerçek oldukları tartışılır birilerinin baskılarıyla- yitirdiğini düşünün: Asıl delilik size göre eğer bu değilse, başım üstüne:
Ben hep deliydim, iyileşmiş de değilim, iyileşmek de istemiyorum…
Neden, herkes -sözleşmişçesine- bana kâinâtın ücrâ bir köşesinde, değersiz bir yıldız etrâfında dönen sıradan bir gezegende -buna yaşamak denirse- yaşayan böcek kadar kıymetsiz bir varlık olduğumu söyleyip durdu? Onlara, “Kâinât benim idrâkimde âyân olabildiği kadar var.
Ben nasıl böyle bir şeyin ücrâ bir köşesinde olabilirim? ” diye soramadım. Belki sormuş, cevap alamamışımdır. Nihayet, benim yaşımdakilerin işi bunları sormak değildi. Yaşıtlarım çelik çomak diye bir oyun oynuyor, toprağa bıçak saplamaktan zevk alıyor, bâzı çizgiler etrâfında hoplayıp sıçrayarak vakit geçiriyorlardı.
Sadece onları aşağılamak yerine şöyle de düşünmedim değil: Kafama takılan her şeyin cevâbını onlar zâten biliyorlar ve bunun rahatlığı içindeydiler… Olamaz mıydı? Cehâletime gülüyorlardı için için… Keşke emin olabilseydim için için cehâletime güldüklerinden. O zaman gözüm olur muydu kafamı tokmaklarla dövüp durmaktan başka işe yaramayan yazarlık, şâirlik, düşünürlükte? Ben de o çocuklar kadar tasasız oynamak, dağ başındaki bir çoban kadar atomlardan habersiz yaşamak istemez miydim?
Daha iyisi, ‘sağ ayak başparmağımı yere çivilemekti’ belki.
Sağ ayağımın başparmağı…
Ha, bakın bu çok önemlidir. Gerçekten. Ayağım değil ama, sağ elimin başparmağı hakkında konuşacağız ileriki sahifelerde. Sağ ayağımın başparmağında kas, kemik, kan ve sinirden başka bir şey bırakmayanlar beni zorla şâir, zorla düşünür yaptılar. Bunlar gerçekten ‘iyi şeyler’ midir? Eğer iyi ise belki iyilik, ama çok daha büyük bir ihtimalle kötülük ettiler bana. Çünkü ben, çocukluğumda, elimin ulaşmadığı yerin kâinâtımın dışında olduğunu bilirdim. Beni onlar ulaşamayacağım yerlere attı, yıldızlarımı odamın duvarlarından söküp milyarlarca ışık yılı uzaklıklara saçtı, kâinâtıma yabancılaştırıp, beni bana düşman ettiler. Bana en yakın olanı, benden en uzaktaymış gibi gösterdiler.
Işık hızı duvarı… Kuantum fiziği… Schrodinger’in Kedisi…
Kırk yıl öncesinin sümüklü çocuğu bu duvarın ve o kapalı kutunun ardında ve içinde ne olduğunu çok daha iyi biliyordu. Onu elbirliği ile önce delirtip sonra öldüren, yeniden diriltmeye gücü yetmeyen robot bakışlarının ardındaki metalik hüzne acımaktan başka elinden bir şey gelmeyenlerle o çocuğun şimdi hem ince bir hesâbı var, hem de bu hesâbı görecek gücü!
Kalsın bu burada…
Biraz geriye dönelim şimdi:
Yıldız yıldız gözlerle her yerden bakan beyaz sakallı amcanın o çocuk olduğunu şimdi biliyorum. Çocuk, kâinâtın aslında o kadar merkezindeydi ki, onun sâyesinde ışığın hızını nerede ve nasıl ölçerseniz ölçün aynı buluyordunuz.
Gelin şimdi. Onu tekrar eski yerine koymadan, kalbinin etrâfına ördüğünüz duvarları yıkmadan ve bütün bunları ‘belirlenmiş bir mühlet sona ermeden’ yapmayı başaramadıkça -o tekrar kendisi olamadıkça- sizler de asla kendiniz olamayacaksınız…
Çünkü hepiniz,
Onun kâinâtındasınız!
Selçuk Bekar