xDerin Sular 21 Yokluğum Varlığımı İmkansız Kılmış mıdır

Öyle bir soru var mıdır ki ‘Cevâbı sorunun nedeni olsun. Yeniden sorulduğu ancak cevaplandığında anlaşılsın…’
Gerçekten varım değil mi? ‘Düşünüyorum, öyleyse varım’ kâbilinden değil. ‘Sâdece olmak’ tan bahsediyorum. Bu akşam olduğu kadar; yarın sabah, yarın sabah olduğunda da bu akşamla birlikte…

Nüfus cüzdanı denen şey olmasaydı keşke. Ehliyet, kimlikler, gün, ay ve yıl… Hani, şu ‘doğum tarihleri’… ‘Beni bu güzel havalar mahvetti’ mi demiş adam? O bu târihten haberdar değil miymiş? Beni bu târihler mahvetti oysa. Hâyır. Yaşlanmaktan, yaşlanmaktan korkmaktan korkan kim? Mesele yarın sabahta olduğu için bu akşamda zâten. Düne evet, evvelki güne, bir ay, bir yıl, yıllar öncesine de. Ama sizler, bu duvarın, trenin önünde ne kadar acımasız durduğunu hâlâ fark etmediniz mi? Okumaya devam et

Meyil Eyle

Gönül, meyil eyle sevdâdan yana
Mevlâ derd-i dertten gayrı vermesin
Kul olma gel üç görümlük cihâna
Mevlâ hasenâttan gayrı vermesin

Al ellerim gel buradan göçelim
Ateş tutup candan serden geçelim
Aşk şarâbın ehl-i hâlden içelim
Sır verip hayretten gayrı vermesin

Yerde gökte ne var seni özlüyor
İki dünyânın yüreği sızlıyor
Bak şu yıldız yollarını gözlüyor
Sılaya gayretten gayrı vermesin

Okumaya devam et

Gönül Meyhanesi

Zerre katsan, altın elbet altın ammâ som değil,
Esse rüzgârlar cenuptan yandırır ger, ‘sam’ değil,
Pir-u pâktır ‘cins-i lâtif’ lâkin ol, Kelsûm değil,
Gör havâtır böyledir kim; ağlasam gülsem değil.

Nâm-ı Dünyâ bir elektir: Aklımın her hânesin,
Elesem elde hiç kalır, hâl olur bahânesi,
Şüpheden ifsâd olur ancak gönül meyhânesi,
Terk-i sevdâ zâten olmaz; gelmesem, gelsem değil

Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün

Selçuk Bekar

Giyindim

Çınar oldum dal giyindim
Toprak oldum yol giyindim
Hep sen idim el değildim
Kerem benim, Aslı benim.

Rüzgârım hâlden eserim
Haramîyim yol keserim
Dilenir seni isterim
Kalbim sensiz yasta benim.

Hâlâ bilmem güzel adın
Sen bir garip âhı aldın
Hem âyansın gizli kaldın
Gönlüm ondan hasta benim.

Okumaya devam et

Bizi Eyler Yâr Cefakâr

Bizi eyler yâr cefakâr, olsun âyan: kim vefakâr
Suspusum ben; eylemem zâr, etsin âvaz cümle bîkâr.

Güldüren yâr, öldüren yâr, öyle etmiş inhisâr yâr
Yokluğum tek varda mahsur, gönlüm olmuş aşka mezar.

Söyleme’n ânı dimez dil: her ne der oldur, nideyim
Döndüğün boş bunca yıldır, ey felek dur… ben döneyim!

Selçuk Bekar

Yorgunum Yâr

Bir sedâ duydum semâdan: ‘Yâr-ı Ekber gizlidir’
Gizlidir hem, sırrı ifşâ eyleyen kim, kim bilir?

Ol nidâdan cism’alûben bir peri – ruhsâr beni
Kıldı râm hem cevre dâim, etti inhisâr beni.

‘Gel’ dedim, “Kalmaz şikâyet tutsağın kıl yâr beni
Bıkmam aslâ gül yüzünden, dört cenâhtan sar beni”

Okumaya devam et

Gidiyorum

Gidiyorum, cümle âlem
Gadam alsın gidiyorum.
Falda böyle çıktı hâlim:
Üç gün dolsun gidiyorum.

Evleriniz, yollarınız,
El ayak ve kollarınız,
Sağlarınız sollarınız
Sizin olsun gidiyorum.

Ağır aksak, kör, âheste,
Düğün bayram, beste beste
Gidiyorum her nefeste
Kalan kalsın…
Gidiyorum.

Selçuk Bekar

Firdevs

De ki iltifâtta ricâ olur mu
Olur, muhâtâbı Firdevs olanda
Menzîl-i kalb hâne-i yâr değil mi
Tâc-üd Dînin Hasen kalbi var onda

Saçını gözünü hatta boyunu
Mâşûka nisbetle bildi bildiren
Hak Teâla âlî kıldı soyunu
Olsa dahî keşf-i kusûr zor onda

Okumaya devam et

xDenemeler -01- (Cesur Olmak Lazım) *

Karşımızda daha önce kimsenin zirvesine varmadığı bir dağ…
Bir dağ ki, zirvesi bulutların üstünde ne kadar yükselir, bilen olmamış.
Bir dağ ki, efsaneler bir zirvesinin bile olmadığını söylüyor.
Bir dağ ki, ‘fazla cesur olanlar’ dağdan geri dönmezmiş.
Sen ve ben dönmemeye râzıydık.
Hani, bize bu yakışırdı.

Dağın eteğinde ilerlemek kolaydı. Uzaktaki kasabaları sayabileceğimiz yüksekliklere kadar, yardımcı malzeme kullanmaya nâdiren gerek gördük. Bulutlara ‘sis’ denmeye başlayıncaya kadar yüreğimiz ne bir korku, ne de bir kuşkuyla tanıştı. Ama yalnızlık ve kaybolmuşluk duygusu bize kâinattaki her şeyden daha yakın olmaya başladığında, ne sen ne de ben saklayabiliyorduk birbirimizden, bilinmezle kuşatılmışlığın soluk ürpertisini. Yine de, ikimiz de, ne o zamana kadar, ne de daha sonra dönmeyi hiç ama hiç düşünmedik.

Sabah ve akşamın olmadığı, gündüz ve gecenin teferruatını izaha gerek duyulmayacak kadar; ‘her yeri aynı yer’ olan o yerde duyduğumuz ses… Yüzlerimize kan kırmızısının yeniden çalındığı ân… Nasıl bir bayramdı kim anlayabilir…

Okumaya devam et

xDenemeler -02- Seherde

“Fırtına kopacak!…” deniyordu.
Ayaz vardı.
Mevsim müsâitti…
Önce ayak sesleri tükendi bi¬rer birer. Ar¬dından, kimseye âit olmayan tiz ıs¬lıklar dı¬şında derin bir sessiz¬liğe büründü so¬kaklar.
Eşyânın dirilmesine daha çok vardı…

Ağır ağır zirveye doğru tırmanan tabii sesler cümbüşüne -bir ara- hayâl meyal bir çift topuk sesi karışıverdi.
Derinden, uzaktan…
Bir saatin rakkasından ritim alır gibi, de¬rinden, uzaktan.

Genç adam, gitgide sertleşen rüzgârda dağılan saçlarının her telinden bir başka endîşeyi salıvererek iler¬liyordu. Her ayak izinde bir başka kuruntuya vedâ ede¬rek ilerliyordu. Her göz kırpışında zihninden mâzîye âit bir başka hayâli silerek ilerliyordu. Maddenin, mânânın, her şeyin uçuştuğu bir seher vakti, bütün yolları cem edip kendine bir yol çizmiş, öyle ilerliyordu.

“Ben” diyordu
“Tekmil yıldızların ücrâ kö¬şelerde saklandığı bir gece yarısı, rûhumun kıv¬rımlarında öbek¬leşip oralardan akıverdiğim uç¬suz bucaksız mesâfelerde tanıştım kendimle. O gün bugündür daha bir pervâsızca târife çalışıyorum kimliği, zamânı ve mekânı. O gün bugündür gezinir oldum varlığın yoklu¬ğun, sonlunun sonsuzun lâbirentlerinde…”
Ayak sesleri en tiz bir perdede fırtınanın kopar¬dığı çığlıkların muntazam ritmiyle buluşur¬ken, limanda, asırlar boyu hiç değişmeyen o ‘bildik’ çehresiyle beliren esrârengiz yelkenliyi sâhilde tutan halatı ikiye bölen balta aynalara iniyordu aynı anda.
Gerçekler ve akisleri…
Ka¬vuşuyordu.

Şimdi kâinât dört bir yanı deniz¬lerle sarılı, bin¬lerce küçük avîzenin aydınlattığı hayâlî bir mekândı.
Tâ ki…
Tâ ki aldığı her nefesle ciğerlerine dolan rüzgârı varlığında hissetmeye başlayıncaya, rüzgârla ‘dost’ olun¬caya kadar.
Kendi gemisinin yelken¬le¬rine dolup ona kendi gücünü verinceye, kendi gemisi oluncaya kadar. Kâinatı kendisi olun¬caya kadar…

“Yolculuk nereye?”
“Ben,” diyordu: “Gökyüzünde asılı bulun¬dukları yerden bütün zayıflıkları, bütün âcizlik¬leri, buna karşılık bütün iradeleriyle varlığı te¬rennüm edercesine sâde bir ihtişâmı sergileyen yıldızların o şefkatli parıltılarına mu¬hâtap oldu¬ğum günden beridir; ağacın ağaçlığını, deni¬zin denizliğini, dağın dağlığını hissetmek, yaşamak isti¬yorum. ‘Bende ben’ olamayacaksam ağaçta ağaç, dağda dağ, denizde deniz olmak istiyo¬rum. İstiyorum ki…”
“Ben,” diyordu “Yine böyle bir gecede kaybettim kendimi ve uzun, derin bir uykuya daldım. Eski masalla¬rın sihirli havasında nasıl olması beklenirse, öyle esrârengiz bir gece, bin¬lerce yıldızın bir dudak olup beni uyandırmasını bekliyorum o gün bugündür.

Bâzen bu hayâl perdesi çekiliyor gözleri¬min önünden. Bir ovanın tam ortasında otur¬muş, orada, yıl¬dızlar kümesinin ortasında bir yeri işaret eden, nur yüzlü bir çocuk görüyorum. İki oluyor, yüz, bin oluyor çocuk. Işık ışık yüzle¬riyle yüz binlerce çocuk aynı yeri işaret ediyor. Sonra bana dönüyor parmaklar. Takdîr edilmişin düş¬tüğü suçluluğu yaşıyor, o noktadan gelecek ışık selini bekleyip duruyorum bir zaman…”

“Yolculuk nereye?”
“Seher Yıldızı’na,” diye mırıldandı: “Seher Yıldı¬zı’na”

Bir seher vakti, insanlardan bâzıları -gök¬yüzünde- eskisinden defâlarca daha parlak bir yıldızın etrâfında dönüp duran soluk, titrek ışıklı bir nokta¬ gördü¬ler.
Parlak yıldız, titrek ışıklı noktayı bağrına basıp ‘yaklaştığı ka¬dar erişilmez bir âleme’ aldı… Götürdü…

Selçuk Bekâr
Trabzon – Çok eski bir zaman…