Bir yıldız türküsünü serin yerlere, sessiz nefessiz söylüyorum nicedir.
Nicedir bir koca deryâyı şu dar geçitten kuru derinliklere akıtmak istiyorum.
Bir an geliyor, bitiyor bahis…
Sâhilde kum tânesi olmanın kahrını tadıyorum.
Meçhûl bir diyarın isimsiz çocuğundan ince feryatlar dinliyorum rüzgâr seslerinde. Yapraklar, duydukları bu acı hikâyeye mâtem şarkıları tutturuyorlar kararsız, titrek dudaklarıyla. Sahneyi daha da esrarengiz kılmak için mi ne, ince bir toz bulutu, bir sis perdesi gibi sarıyor etrafımı. Güneşi arıyor gözlerim, kim bilir kaç asırlık uykudan uyandırılmış üç beş yıldıza tesâdüf ediyorum. Tek tük yıldızları yıldız orduları tâkip ediyor, ağırdan yükselen tiz feryatlar arasında, varlığına ihânet eden vefâsız gencin masalını en hazîn bir mâkamda dinliyorum gözlerimle…
Hüzünle karışık tatlı akışlar içinde kendimi kaybettiğim bir sıra -hangi titrek nağmeden bilmiyorum- bir şüphe doğruluyor içerimde. Sihirli, hoş hâdiseler yerlerini kâbuslara bırakıyor, kezzap akmaya başlıyor damarlarımda âdetâ. Şüphem, ‘gerçek’ oluyor ve ben, kâinatı kendine vatan bilmiş birinin her durağında bir başka menzil hasretiyle tutulduğu acımasız yalnızlığı yaşıyorum ‘en büyük saâdetin’ gözyaşları arasında.
Hani, ebede koşarken ezelin beni yakalayacağından kuşkulanmasam durgunluğun kahreden kifâyetsizliğine terk edesim geliyor kendimi.
Şimdi…
Bilmem, hangi dağın tepesinde oturmuş, hangi denizin müphem silûetini erişilmez uzaklıktan gözlerken bir dağdan bir memlekete, oradan bir gezegene, kâinata aktığımı hissediyorum.
Avuçlarında âlemleri taşıyan eller kavuşuyor,
Âlemler kadar büyük eller öpülüyor…
Selçuk Bekar