Işık ve maymun, ne kadar benzerler birbirlerine değil mi?
Aynı konuda bile ne işleri mi var?
Bakın,.. İkisini aynı odaya tıkan ben değilim Tıkmışlar, derdi bizi almış:
Şimdi: ‘Hiçbir şey yoktu, ama ışık vardı.’ Big Bang hani,.. Büyük Patlama. Patlamışsa, ortalık da ışıl ışıl olmuş olmalıdır. Tabii,.. Bir şey patlamış, bir şey yokmuşsa ne patlamış? Yok patlamış da var olmuşsa o zaman yok da yok değilmiş. E,.. Bu konulara büyük adamlar bile akıllı çözüm bulamamış benim bulacağım yok da, bazı insanları deli diye tımarhanelere tıkıp aynı sözleri eden bazılarını niye bilim adamı yapıyorlar?
Neye itiraz ettiğimi anlamadınız! Basit: İtirazım hiçbir şeye ‘Yok, hiç yok olmadı.’ Artık buradan her şey hep vardı’ mı çıkarırsınız, ‘hiçbir şey hiç yoktu’ mu, o sizin meseleniz. Ama bir şeyi kesinlikle söyleyebilirim, bir şey vardı da o ışık değildi.
Başka bir ifâdeyle, her neyse ne patladı diye ortalık ışıl ışıl olmamıştı. Çünkü bu esnâda ‘henüz oluşmakta olan ortalığa’ yayılan şeyin adı daha milyarlarca yıl sonra ışık olacaktı. O daha sıradan bir enerjiden başka bir şey değildi. Üzerine düşüp aydınlatabileceği bir takım ‘şey’ler de yoktu. Çünkü bu gürültü zâten o ‘şey’lerin oluşması için kopuyordu. Bir iş
e yara(ya) mamanın utancını duyan ışığımızın halini düşünün şimdi. Soğuyan gazlardan aydınlatabileceği cisimlerin oluşmasını ne kadar uzun bir süre beklediğini düşünün. O kadar uzun bir süre ki, (hâlâ oluşmamış olan) sabır taşı olsa hani, dayanamaz çatlardı. Müstakbel ışık neyse ki sabır taşından daha sabırlıydı da, bizleri karanlığa mahkûm edip çekip gitmedi (çok şükür) .
Taş çatlatan o uzun süre geçip, evrenin bir köşesinde nihâyet aydınlatabileceği ilk maddeyi bulan ışığın nasıl sevindiğini, yüreğinde kıpırtılarla koşup aydınlatmak için nasıl bir sabırsızlıkla üstüne düştüğünü tahayyül edebiliyorsunuz değil mi? Sonra da damdan düştüğünü? Niye ve nasıl mı? Ya,.. Ben de biliyorum daha bir dam yoktu ama hâlet-i rûhiye bakımından damdan düşmüş gibi olmuştu işte.
Çünkü inatla düşüyordu bir kaya parçasının üstüne, onu pırıl pırıl, neredeyse yakarcasına ışıtıyordu ammâ,.. Bu kaya kafalı ‘Bu uçsuz bucaksız boşlukta sen ne kadar sıcaksın, ne güzel ısıtıyorsun, seni seviyorum, sen ne hoşsun’ diyor başka bir şey demiyordu. Işık yanlış adam, pardon kayayla muhatap olduğunu işte o zaman anladı. Işık olabilmek için ona gereken bir kaya değil, bir adamdı. Hattâ daha aşağı bir tür bile ama kaya değil. Gerçi daha aşağı tür konusu tartışmalı idi. Yapay zekâ meselesi sâdece evrenin ürettiklerinin değil, bizzat kendinin bir meselesi olabilirdi. Meselâ ilerinin gelişmiş hayvanları onu kullanabilir ama bir türlü ona ışık diyerek hak ettiği ünvânı vermeyebilirlerdi. En iyisi bir insandı tabii. Onlar ünvan dağıtmayı sever(cek) di,.. Tabii bunun ne anlama geldiğini de biliyordu hayvan v
eya insan, her hangi bir şuurla tanışması için olmazsa olmaz bir aracı gerekiyordu. Göz…İyi ama, daha bir göz yoktu ki! .. Yâni,.. Yoktu ama,.. Olması gerektiğini biliyordu. İyi ama olması gerektiğini olmayan bir şeyin bilmek ne menem şeydi? Bir anda (olmayan) beyninde hem bir ampul yandı, hem yüreğinin tâ şurasında ‘aminoasit, aminoasit’ diye fısıldayan sesler duymaya başladı. Bunun anlamını bilmiyor olsa da Darwin bilirdi. Ha yarın bilecek, ha bugün bilmiş. Zamânın ne yöne aktığını bilim adamları bir gün tartışmayacak mıydı? Darwin öyle diyorsa aminoasit gerekiyordu bu mürüvvet için.
Fakat ortalıkta daha atomlardan başka bir şey yoktu ve bu hercâi atomlar senin iki küpen var benim üç misâli etraflarında (bir rivayete göre) fıldır fıldır dönen elektron (adını alacak olan) takılarını denkleştirince daha ona buna bakmayıp takılıp kahvehane muhabbeti yapıyor içlerinden biri de çıkıp, ‘bu bizim istikbâlimiz için gereklidir’ diye şöyle bir COOH ile NH,ortalarına da bir C alıp bir arada durmayı akıl edemiyordu. Bizim medyum ışık, çok yalvardı onlara bir arada durmaları için. Hepsi sözbirliği etmiş gibi ‘Duracaz da n’oolacak kardeşim? ‘ diye soruyordu. ‘Elinin peptidi’ demiyordu elbette ışık. Sanki peptid çok umurlarında olacaktı. Hadi tamam deseler, peptid ne işe yarar kim Darwin’i bulup soracaktı.
Günün birinde bütün evren birden Darwin’in kutsal kitabı ile aydınlandı. Öyle aydınlandı ki, ışığı gelecekten geçmişe ulaşıp vaktiyle olması gerekenleri bile düzenliyor, artık hepsi neyi, niye yapacaklarını biliyorlardı.
Atomların ööle kafalarına göre sabuk subuk ilişkilere girmeleri yasaklanmıştı. Artık bütün birliktelikler ‘hayat’ denecek kutsal bir maksada hizmet edecekti. Bundan böyle iki aminoasidin artık rüzgarda savrulup öteye beriye saçılması bile yasaklanmıştı. Darwin’in yüce kitabı ‘kutsal protein ruhu’ için en azından peptid rütbesini gerektirdiğinden evrensel dostluk ilkelerine sadık bir biçimde her aminoasit birbirine koşup sarılmak zorundaydı. Bunun iyi ve gerekli olduğunu anlatan öğreti nasılsa yüce Darwin’in kutsal kitabında vardı. Ama kutsal kitap nerede miydi? Aaa,.. O nasıl soru öyle. Gerçekten kutsal ise her dönemde aynı gerçeklik düzeyinde bulunması gerekmez miydi? Ve o yönlendirdi, onca protein, onca onca süper zeki atomların zincirleme takılmalarıyla boy gösterince, hayâtın, zekânın umulandan çok daha yakında olduğunu anlamamak ne mümkündü.
Prensini bekleyen ışığımızı belki ikinci büyük hayal kırıklığı, işin çoğunun bittiğini düşündüğü bir sırada yakaladı ne yazık ki. Her şey Darwin’in kutsal kitabına uygun gitmiş, niye yaptıklarını bilmeseler, yeni durum eskisine göre atomlar için bir avantaj sağlamasa da en azından ‘dostlar bir arada olsun, samanlık seyrân olur’ diye artık atomlar molekülleri, onlar biyomolekülleri, onlar da, hücre diye bir ‘şey’i oluşturmuşlardı.
Neden mi hücre? Yâ bu soru çok kritik. Yâni, bilmem ki, her halde şundandır: Şimdi,.. Bakın,.. Bir düşünsenize koca koca proteinler, toz toprak arasında yalnız dolaşmaya kalkarsalar Allah korusun başlarına neler gelebilirdi değil mi? Ben ne bileyim yâ! .. Hasan Kaçan’ın dediği gibi Ekmek Teknesi dizisinde: ‘Ben sizin kadar akıllı mıyım? Bir hücre oluşturunca onca atom bu hangi atoma şöyle dursun, hangi proteine, hangi karbonhidrata, hangi yağa ne avantaj sağlayacak. Kalkın Baba’ya soralım,..’ diyemiyorum,.. Çünkü bence bu defa o da bilemez. Hücre bu. Hayvanların bile kendi şuurlarının olduğundan emin değilken, yani hücre şuurundan nasıl bahsedelim,.. Niye bahsedelim,.. Yeter yâ,.. Öyle istemişler, olmuş işte,..N’efendim, Darwin’in kutsal kitabı henüz doğal seleksiyon âyetlerini içermiyordu o sıralarda. Çünkü canlılık kavramı bunun için gerekliydi ve canlılığın da hücre öncesi düzeyde mevcûdiyeti pek muhtemel değildi. İşte o sıralarda gelen doğal seleksiyon ayeti, işin çoğu zaten halledilmiş olduğundan çok fazla îtirazla karşılaşmadan uygulanmaya başlandı.
Sonrası buna göre, tamam, hadi neyse ne, uygun gitti ama,.. O zamana kadar kocaman kocaman ve hiçbir fonksiyon ve gayesi olmayan biyomoleküller niye en zoru seçip birlik ve bütünlük içinde olmaya çalıştı diye soruyorsanız bunun cevâbı şöyle bir şey olsa gerektir:
Şimdi,.. Zengin kızı fakir genç sevmeyecek, sonra dar İstanbul sokağından çıkan bir TIR çarpıp kız ‘kör oldum, göremiyorum’ diye feryat etmeyecek, tam bu sıralarda da ‘cön’ olan genç zengin olup bu defa kızın gözlerinin açılması için ‘haydan gelen huya gider’ diyerek o serveti doktorlara dökmeyecek, ve üç beş metre bez saniyede üç santim hızla kızın kafasının etrafından açılıp yüreklerimizi yerlerinden çıkaracak ‘Tanrım,.. Görüyorum,..’ çığlıklarını duymayacak olsaydık,.. Bizim de yabancılar gibi bir sinema sektörümüz nasıl olabilirdi ki? Teessüf ederim yâni,..
Diyeceksiniz ki ‘Nerede bu maymunlar? ‘ Yâ emîn olun, o maymunlar bu hikâyenin bir yerinde var. Olmasına var da, şu âna kadar ki gidişâta bakınca nasıl olup da olduklarını inanın ben bile anlayabilmiş değilim. Hani şimdi ‘taşların ağır olanları çukurların diplerinde toplanır’ yâ,.. Bu atomlar bir araya geldikçe ağırlaşıp böyle çukur diplerinde molekülleri, onlar biyomolekülleri v.b. mecburen oluşturup hücre bilem oluşmuştu yâ,.. Hücreler de yalnız gezeceklerine, ‘gelin beraber bir iki el pişpirik atarız hiç değilse. Yalnızlıktan kime ne fayda gelmiş’ diye birbirleriyle gezmeye başladılar. Ama bir arada gezmeye başlayınca ister istem
ez birinin baş birinin ayak olması gerekti, sonra baş ayağa kafası kızınca uzanıp kafa atmanın güçlükleri karşısında öyle haberci, uyarıcı, sindirici peptidler, RNA’lar, hormonlar falan göndermeyi daha kolay buldu, sonunda ayağa ayak olması zorla kabul ettirilince, bütün hücreler yerde sürünmekten kurtulup, ‘altta kalanın canı çıksın’ türküsünü söyleyerek ayak tabanındaki hücreler üstünde havada gezmeye başladılar. Evet bir görüş önce yüzme öğrenildiğini de söyler tabii biliyorum ama, ben burada tıp kitabı yazmıyorum ve üstelik, milyonlarca yılda olan her şeyin hepsini yazarsam okuyamazsınız,.. Size şu kadarı yeter: Bir maymun vardı artık. Evet, evet gözlerinize inanamasanız da vardı.
Şaşacak ne var? Tamam tabii hücre denen şeyler veya protein ve hatta DNA akıllı olamazdı ama, nasılsa bir DNA vardı değil mi? Gerisi çok kolay olmuştu. Yâ şöyle düşünün: Sonsuz zâten şu demek değil midir: Üç beş bin taşı inatla ve sonsuz kere bir tepeden aşağı yuvarlasak, nasılsa eninde sonunda aşağıda bir Selçuk BEKÂR yazısı çıkar değil mi? (A’nın üstünde şapka olmasa da kabul) Daha çıkmadı mı? Ama çatlamayın lütfen, sonsuz dedik yâ, sonu yok, bekleyin abi ya, bugün olmazsa yarın, ama bir gün, muhakkak,.. Heh heh,..
Nitekim aynen böyle de oldu ve sonunda o, ola ola maymun oldu. Fakaaat,.. Ne acıdır ki, bu ilk maymunların (yıllar sonra kafa kafaya verip ‘artık görelim arkadaşlar’ diyeceği g
ün daha gelmediğinden) hepsi, kördü. Evet kör, yok elimin değil, gözlerinin,.. Yani gözlerinin yerinde yeller esiyordu. Bakın bunu anlamak çok kolay şimdi doğal seleksiyonun öngördüğü gibi tabii daha gelişmiş olanların yaşama şansı artmış, daha zayıf olanları bunlar yiyip bitirmişti de göz, ışık hiçbir zaman ışık olmadığından bir türlü oluşamamıştı. Püf noktası burada. Baştan beri anlattım yâ,.. Işık hiç üşenmeden o zaman kayaları olduğu gibi, sonraları hücreleri, sonra sürüngenleri falan dövüp durdu da, bunlar hep ‘yandım anam’ dedi, hiç ‘gördüm anam’ diyemedi ki. Çünkü ışık zaten ışık değil, sıradan, ısıtan bir enerji türüydü. Yâhu, bir enerjiyi bir yerlerde odaklayıp değerlendirerek (bu da yetmez, hücreler konseyinde tartışıp yorumlayarak) etrâfımız hakkında bilgi sâhibi olmayı bugünkü akıllarımızla biz bile düşünebilir miydik de elin karasineğinin kafası basmış?
Şimdi bu hücre denen zekâ sorunsalı mahkûmu varlıklar (oh be, bu kelime ne anlatır bilmiyorum ama bütün okumuşlar sorunsal falan diyip duruyor. Sonunda ben de kullandım işte. İnşallah doğru yere gelmiştir. Yoksa yandık.) tutup bu ısıtan şeyi awacs gibi kullanmak için saydam bir ortamda kırıp haritalaşmış bir algılayıcı hücre gurubunda resimleştirmeyi, hatta bu resimden iki tane yapıp aralarındaki uyumsuzlukları değerlendirerek etraftaki olası varlıkların ne kadar uzaklıkta bile olduğunu anlayacak bu sistemi işi sadece ısıtmak olan ışığı kullanarak gerçekleştirmeyi başarabildiyseler…
‘Yerim ben o hücreleri abi, yerim onları ya,..
‘Yâ,.. Tamam diyelim biz olduk da,.. Ortalıkta hâlâ maymun maymun gezen bu maymun oğlu maymunlara binlerce yıldır evrimi niye kimse tebliğ etmedi?
Bunlar ne zaman usanacak maymun oğlu maymunluktan? ? ?
Selçuk Bekar