“Fırtına kopacak!…” deniyordu.
Ayaz vardı.
Mevsim müsâitti…
Önce ayak sesleri tükendi bi¬rer birer. Ar¬dından, kimseye âit olmayan tiz ıs¬lıklar dı¬şında derin bir sessiz¬liğe büründü so¬kaklar.
Eşyânın dirilmesine daha çok vardı…
Ağır ağır zirveye doğru tırmanan tabii sesler cümbüşüne -bir ara- hayâl meyal bir çift topuk sesi karışıverdi.
Derinden, uzaktan…
Bir saatin rakkasından ritim alır gibi, de¬rinden, uzaktan.
Genç adam, gitgide sertleşen rüzgârda dağılan saçlarının her telinden bir başka endîşeyi salıvererek iler¬liyordu. Her ayak izinde bir başka kuruntuya vedâ ede¬rek ilerliyordu. Her göz kırpışında zihninden mâzîye âit bir başka hayâli silerek ilerliyordu. Maddenin, mânânın, her şeyin uçuştuğu bir seher vakti, bütün yolları cem edip kendine bir yol çizmiş, öyle ilerliyordu.
“Ben” diyordu
“Tekmil yıldızların ücrâ kö¬şelerde saklandığı bir gece yarısı, rûhumun kıv¬rımlarında öbek¬leşip oralardan akıverdiğim uç¬suz bucaksız mesâfelerde tanıştım kendimle. O gün bugündür daha bir pervâsızca târife çalışıyorum kimliği, zamânı ve mekânı. O gün bugündür gezinir oldum varlığın yoklu¬ğun, sonlunun sonsuzun lâbirentlerinde…”
Ayak sesleri en tiz bir perdede fırtınanın kopar¬dığı çığlıkların muntazam ritmiyle buluşur¬ken, limanda, asırlar boyu hiç değişmeyen o ‘bildik’ çehresiyle beliren esrârengiz yelkenliyi sâhilde tutan halatı ikiye bölen balta aynalara iniyordu aynı anda.
Gerçekler ve akisleri…
Ka¬vuşuyordu.
Şimdi kâinât dört bir yanı deniz¬lerle sarılı, bin¬lerce küçük avîzenin aydınlattığı hayâlî bir mekândı.
Tâ ki…
Tâ ki aldığı her nefesle ciğerlerine dolan rüzgârı varlığında hissetmeye başlayıncaya, rüzgârla ‘dost’ olun¬caya kadar.
Kendi gemisinin yelken¬le¬rine dolup ona kendi gücünü verinceye, kendi gemisi oluncaya kadar. Kâinatı kendisi olun¬caya kadar…
“Yolculuk nereye?”
“Ben,” diyordu: “Gökyüzünde asılı bulun¬dukları yerden bütün zayıflıkları, bütün âcizlik¬leri, buna karşılık bütün iradeleriyle varlığı te¬rennüm edercesine sâde bir ihtişâmı sergileyen yıldızların o şefkatli parıltılarına mu¬hâtap oldu¬ğum günden beridir; ağacın ağaçlığını, deni¬zin denizliğini, dağın dağlığını hissetmek, yaşamak isti¬yorum. ‘Bende ben’ olamayacaksam ağaçta ağaç, dağda dağ, denizde deniz olmak istiyo¬rum. İstiyorum ki…”
“Ben,” diyordu “Yine böyle bir gecede kaybettim kendimi ve uzun, derin bir uykuya daldım. Eski masalla¬rın sihirli havasında nasıl olması beklenirse, öyle esrârengiz bir gece, bin¬lerce yıldızın bir dudak olup beni uyandırmasını bekliyorum o gün bugündür.
Bâzen bu hayâl perdesi çekiliyor gözleri¬min önünden. Bir ovanın tam ortasında otur¬muş, orada, yıl¬dızlar kümesinin ortasında bir yeri işaret eden, nur yüzlü bir çocuk görüyorum. İki oluyor, yüz, bin oluyor çocuk. Işık ışık yüzle¬riyle yüz binlerce çocuk aynı yeri işaret ediyor. Sonra bana dönüyor parmaklar. Takdîr edilmişin düş¬tüğü suçluluğu yaşıyor, o noktadan gelecek ışık selini bekleyip duruyorum bir zaman…”
“Yolculuk nereye?”
“Seher Yıldızı’na,” diye mırıldandı: “Seher Yıldı¬zı’na”
Bir seher vakti, insanlardan bâzıları -gök¬yüzünde- eskisinden defâlarca daha parlak bir yıldızın etrâfında dönüp duran soluk, titrek ışıklı bir nokta¬ gördü¬ler.
Parlak yıldız, titrek ışıklı noktayı bağrına basıp ‘yaklaştığı ka¬dar erişilmez bir âleme’ aldı… Götürdü…
Selçuk Bekâr
Trabzon – Çok eski bir zaman…