xDenemeler -01- (Cesur Olmak Lazım) *

Karşımızda daha önce kimsenin zirvesine varmadığı bir dağ…
Bir dağ ki, zirvesi bulutların üstünde ne kadar yükselir, bilen olmamış.
Bir dağ ki, efsaneler bir zirvesinin bile olmadığını söylüyor.
Bir dağ ki, ‘fazla cesur olanlar’ dağdan geri dönmezmiş.
Sen ve ben dönmemeye râzıydık.
Hani, bize bu yakışırdı.

Dağın eteğinde ilerlemek kolaydı. Uzaktaki kasabaları sayabileceğimiz yüksekliklere kadar, yardımcı malzeme kullanmaya nâdiren gerek gördük. Bulutlara ‘sis’ denmeye başlayıncaya kadar yüreğimiz ne bir korku, ne de bir kuşkuyla tanıştı. Ama yalnızlık ve kaybolmuşluk duygusu bize kâinattaki her şeyden daha yakın olmaya başladığında, ne sen ne de ben saklayabiliyorduk birbirimizden, bilinmezle kuşatılmışlığın soluk ürpertisini. Yine de, ikimiz de, ne o zamana kadar, ne de daha sonra dönmeyi hiç ama hiç düşünmedik.

Sabah ve akşamın olmadığı, gündüz ve gecenin teferruatını izaha gerek duyulmayacak kadar; ‘her yeri aynı yer’ olan o yerde duyduğumuz ses… Yüzlerimize kan kırmızısının yeniden çalındığı ân… Nasıl bir bayramdı kim anlayabilir…

“Gelin! …”

Günlerdir (belki de asırlardır) ilk defa her yer aynı yer değildi. Bir biz ve bir ‘ses’ vardı şimdi: Gidilebilecek bir yön, olunabilecek başka bir yer… Her duyduğumuzda biraz daha şevkle yürürken, aşağıda her bir günümüzü yaşanır kılan “küçük hedeflerimizin” aslında ne kadar gerekli olduğunu da, ilk defa gerçekten anladığımızı düşünüyorduk.

“Gelin! … İşte ben, olmanız gereken yerdeyim.”

Birçok başka yer daha olduğundan, aslında hiç şüphe etmemiştik. Ama olmamız gereken yerde olduğunu söylemese de, biz, annemizin yüzüne güldüğümüz ilk andan beri, duymayı beklediğimiz bu bildik sese doğru yürüyeceğimizden emindik. Eğer bir şey düşünecek olsaydık, neden gittiğimizi değil, neden herkesin gelmediğini düşünürdük.

– – –

Dost…
Artık seninle karşılıklı konuşamadığımıza üzülmüyoruz. Hayatı yaşanır kılan günlük hedeflerimizi yitirdiğimize de… Bildik sîmaların çok aşağılarda değil, her nasılsa, – kim bilir ne zamandır, aslında – yanımızda olduğuna da şaşmıyoruz. Aramızdaki aynaların kırılıp, konuşmaya sebep teşkil eden ayrılıkların nihâyete ermesinden beri, sâdece bir sesin hâlâ neden “Gelin! … Sürekli gelin. Olmanız gereken yere hiçbir zaman varmış olmayacaksınız.” dediğini düşünüyoruz. Eğer bir gün, pencereli ve bacalı evlerin arasına dönüp, kaldırım taşları üstünde kösele seslerini tekrar duyacak olsaydık, insanlara şunu sormak istemez miydik:

“Karanlık bir gecede, muhakkak geçilecek ormanın bittiği yerden, sevgilinin sizi çağırdığını duysanız, hâlâ kendinizi ispatlamak için ağaçlar arasında saklambaç oynayarak, sınırlı ömrünüzü tüketmeye devam mı ederdiniz, yoksa keşfedilmişi keşfetmeye harcayacağınız gücü, sizi daha ileride bekleyen menzillere saklayıp sâdece ve hızlıca yürür müydünüz? ”

Ey küçük kardeş, ey varlık sancısıyla yollara düşmüş yolcu…
İşte bu yüzden, bir adım önünde yürüyenin ayak izlerine bas ısrarla.

Çünkü; bilimsel düşünce bu,
Delilik,
Böyle düşünmemektir!

Selçuk Bekar

Sosyal AğTweet about this on TwitterShare on FacebookShare on Google+Share on LinkedIn

Bir Cevap Yazın